17 Aralık 2010 Cuma

Deli gençliğin kuyusunda ‘Babalar ve Oğullar’

Çok değil daha birkaç sene evvel, biri bana ‘gençliği’ açık denizlerdeki tekinsiz hayatın güzelliklerini özleyen ama oraya asla dönmek istemeyeceğini bilen emekli korsanlar gibi algılayacağımı söyleseydi alaycı bir tebessümle yüzüne bakardım herhalde. Üstelik genç olmanı o delişmen, kıpırtılı ve fazla savruk haline pek bayılmam. Evet, ben de herkes gibi ucu görünmeyen o karanlık tünelden geçtim ama doğuştan yaşlı olduğum için sınırın öte tarafına yürümekten pek ürkmedim; bilakis o geçiş sürecinde başıma gelecekleri heyecanla bekledim. Bu yazıyı yazmak için masaya oturduğumda gençliğin neye benzediğini hatırlamaya çalıştıkça tökezlediğimi fark ettim. Ama artık kendimle acımasızca dalga geçebiliyorum. ‘Gençliğin sıkışık, ölçüsüz ruhunu şımarık halimin yanı başına bıraktım’ diyebilme cesaretinin biraz da bu aldırmaz küstahlıkta saklı olduğunu düşünüyorum.   
Nerede okudum hatırlamıyorum; yazar ancak yaşamın başında ve sonunda tam manasıyla temiz olabildiğimizi, çok uzun süren ortasında kirlendiğimizi söylüyordu. Sanırım onca ihtiras, şehvet, yalan, sıkıntı içeren oyunların sonunda, bu kavgaların pek de işe yaramadığını anlayan ‘ihtiyarların’ masumiyete dönüşünden bahsediyordu. Doğrusu ben de buna inanıyorum. Kendini ebedileştirebilen bilge bir olgunluğa, her fırsatta gençlerle kavga edenler, küçümseyenler değil ancak onlara hayatı mükemmel yapan çelişkileri, eksiklikleri olduğu gibi tevazuyla aktarabilenler sahip olabiliyor. Hayatın basit gibi görünen zor bir aritmetiği var. O çakıl taşlı yollardan ayaklarını kanatarak geçmemiş gibi davrananların hoyratlığı, kime neden kızdığını bilmeden çığlık atan gençlerin yetişmesine katkıda bulunuyor sanki. Sadece iyilik değil ruhu çürüten aptal bencillikler de bulaşıcı.
O kara safra…
Gençlik sıkıntısı, her an iyi bir şeyler olabilecekmiş işareti veren ama çoğunlukla hiçbir şeyin net görünmediği puslu rüyalara benziyor. Melankolik kıpırdanmaları dipten gelen akıntı sesleriyle hisseder o ‘sahipsiz’ ruh. Şafak vakti gök kubbe ham bir incir gibi usulca çatlarken, bu dünyada hiçbir işe yaramamanın, hor görülmenin, geleceğe umutsuzlukla bakmanın kederi çöker cılız göğsüne. Daracık yataklarına uzanıp tavandaki çatlakları sayarken düşsel sevgililer, eksik hikayeler yaratır o. Mutsuzluk o çatlaklardan yavaş yavaş sızar, birden gelmez. Hüznün, neşenin, tutkunun, sevmenin, nefretin, kıskançlığın, korkunun berrak bir tarifi yoktur dondurulmuş zaman parçasında. Sadece hayatı koyu bir zihin kamaşmasıyla merak edenlerin ürkekliği hissedilir kıvrımları henüz çok belirginleşmeyen yüzlerde.
Neden acı çektiğini bilmeyen gencin derin iç çekişleri, bazen söylenmelerin uğultusuyla duyulmaz olur. Sokaklarda avare dolaşıp boş teneke kutularını tekmeleyen, öfkeyi tükürükle ıslatan izmaritleri, küfürleri boşluğa savuran ‘cılız dal parçası’ artık bildiğiniz kalabalıkların parçası değildir. O artık esrikliğiyle kuytusundaki gölgeli yere sığınmıştır. Kendisini değersizleştirecek olan ‘baskıcı düzene’ karşı önlemlerini çoktan almıştır. Bazen fazla sorgulamadan itiraz etmenin, inatlaşmanın, inançsızlığın, hiçleşmenin kibrine sığınır. Onu öyle beklentisizliğiyle baş başa oturmuş boynu bükük gördüğünüzde özlediğiniz ‘genç yalnızlığınıza’ dönersiniz. Bir zamanlar arkasına saklandığınız, ancak kıymetini çok sonra anlayabildiğiniz sıkıntının neden olduğu o kara safrayı yeryüzüne kusamamış olmanın pişmanlığıyla ölmemek için bağışlanmayı dilerseniz muhtemelen. O vakit hayatın geçici olduğunu henüz idrak edememiş olan bir gencin yalpalamasını, nedensiz kızgınlığını da içtenlikle anlamaya çalışırsınız. Tabii bu dünyada soluklanırken kim olduğunuzu ve ne işe yaradığınızı düşünecek vicdana ve iç görüye sahipseniz…
Nihilist Bazarov’u sevmişti...
19.yy’ın en parlak romanlarından biri olarak kabul edilen ‘Babalar ve Oğullar’ı yazarı Turgenyev, kuşak çatışmasının yarattığı düşmanlığı, sıkıntıları en iyi anlatan yazarlardan birisiydi. Kitap 1862’de yayımlandığında pek çok edebi ve siyasi tartışmaya da neden olmuş. Yazar hatıralarında, sonraki yıllarda Rus gençlerinin gözünden sonsuza kadar düşmesine neden olduğunu sandığı romanın etkilerinden bahsediyor: “Petersburg’a döndüğümde meşhur yangınlar vesilesiyle ‘nihilist’ kelimesinin binlerce insanın diline düştüğü gün, bir tanıdığımın bana söylediği ilk şey, ‘şu senin Nihilistlerin yaptığına baksana, Petersburg’u ateşe veriyorlar’ olmuştu. Siyasi fikirlerini paylaştığım pek çok arkadaşımın bana öfkeyle yaklaştığının farkına vardım; nefret ettiğim siyasi kamplara mensup kişilerden, düşmanlarımdan ise tebrikler ve öpücükler yağıyordu üzerime. Bu olup bitenler hem utandırdı, hem de kederlendirdi beni. Ama vicdanım rahattı; karakterime dürüst bir biçimde yaklaştığımın, ona karşı büyük bir sevgi beslediğimin farkındaydım. Ben yazarlık sanatına öylesine saygı duyarım ki, böylesi durumlarda vicdanımın buyruklarına karşı gelmeyi beceremem”.
Turgenyev, nihilist karakteri Bazarov’u, babayı ve amcayı temsil eden önceki kuşağı yer yer karikatürize etse de bu romanı vicdanıyla ve müthiş önsezisiyle yazabildiği için hala bunca yıl sonra aynı ilgiyle okunuyor. Bu kitabın diyalogları meşhurdur. Neye bağırdığını bilmeden hırçınlaşmaktan hoşlanan, sanatı, duyguları, değerleri küçümseyen gençler karşısında şaşıran Pavel Petroviç, “Demek yalnızca ona buna küfretmek istiyorsunuz ve bunun adı da nihilizm oluyor öyle mi” diye sorduğunda, Bazarov “Evet, bunun da adı nihilizm oluyor” diye cevap verir. Petroviç “iyi ama, neden yaptığınızı bilmeden her şeyi kırıp dökmek nasıl olur” diye sorar tekrar. Arkadaşı Arkadiy devam eder:“Biz her şeyi kırıyoruz çünkü biz kuvvetiz; kuvvet de hiç kimseye hesap vermez”. Geçen yüzyılda yazılmış bu konuşmaları bugünlerde hatırlamak beni epey güldürüyor haliyle. İnancını yitirmiş gibi görünen gençlik, biraz da böyle anlaşılmayı istemekten uzaklaşan tiz bir çığlıktır çünkü. Onun kabuklu kırılganlığını anlayabilmek için illa Turgenyev olmak gerekmez. Yüzeydeki çıplak gerçeklerin azıcık derinine inen, hayatı kendi içinde saklı zıtlıklarla kavrayabilenler gençliğin aynı zamanda kendi üzerine kapanan bir tür ‘cehennem’ olduğunu hiç değilse içgüdüleriyle sezebilir.  
‘Dünyada her şey saçma’
Bazarov’un kendisini haşin bir edaya ifade etmesini istediği için sanattan hoşlanmayan bir karakter yarattığını söyleyen Turgenyev, bunu genç kuşağa hakaret etmek gibi bir arzudan kaynaklanmadığını, gözlemlerinin gerçeklere dayandığını söyler. Okurlarını şaşırtmak pahasına sanat hakkındaki görüşleri hariç Bazarov’un görüşlerine katıldığını ama esas itibarıyla ‘Babaların’ tarafında olduğunu itiraf eder. Ve o hararetli tartışmanın sonunda Petroviç’i düşündüğü gibi konuşturur: “Eskiden gençler okuyup öğrenmek zorundaydılar, cahil kalmak istemezlerdi. Onun için isteseler de istemeseler de çaba gösterirlerdi. Şimdi ise söyleyecekleri tek bir söz yeterli. ‘Dünyada her şey saçma’ desinler yeter, başarıya ulaşmış olurlar! Gençler bu işe sevinmişlerdir! Öyle ya, eskiden böyle tiplere ‘serseri’ denirdi. Şimdi ise birden ‘nihilist’ olup çıktılar”. 
Turgenyev, nihilizm gibi felsefi bir sorunu dönemin geleneksel ruhuyla birleştirerek, gençlerin aşk, bilim, sanat, duyguların zaafları hakkındaki görüşlerini tarafsızlığından ödün vermeden tartışıyor. Ve bunu samimiyetle yapabildiği için edebiyatı onu şiddetle eleştirenlere ve zamana hiç yenilmiyor.  
Sonra büyüdük işte…
Gençliğin her şeyi yapmaya muktedir inatçı ‘deliliği’, hiçbir görüşü, otoriteyi, değeri, baskıyı kabul etmeyen saf bir ‘hiçlik’ tasavvuruyla tarif edilemez elbette; bu kör direnişten daha soylu, daha ışıltılı bir küstahlığı vardır yaralı bir hayvan misali dünyaya haykıran o garip ruh halinin. Turgenyev’ de bu romanla hepimize vaktiyle genç olanların hatalarıyla bir önceki kuşağın önüne geçebildiğini ama bu sonsuz yarışı onlarsız kazanamayacağını da hatırlatıyor.
Hepimiz olgunlaşma çağı geldiğinde üst üste yığılan anılarla harabeye dönmüş hafızamızda, iç benliğimizde bir zamanlar genç olan öteki halimizi arıyoruz. Giderek sıradanlaşan hayatın kıyısında kum saatinin dar boğazından geçen tozumsu taneler daha hızlı akıyor. Kısalan zamanla birlikte arzu, merak, heyecan da azalıyor. Çok geride kalan nesneler, insanlar artık çok küçük görünüyor. Kızıyoruz ama dillendiremiyoruz. Yutkunuyoruz. Hadi söyleyelim artık, böyle anlarda gençliğin pırıltılı asiliği biraz canımızı sıkıyor.
Çok şaşıracaksınız ama ben de bir ara genç oldum, en azından şimdiki halime göre daha gençtim. Bir zamanlar bizi o dipsiz kuyunun içine çeken karanlığın içinde debelenirken arkadaşımız Lale Müldür’ün dizelerini okuyup tasasız insan taklidi yapardık. Bir de pul pul dökülen sıkıntılarımızın üzerinde birbirimizi acıtmak için neşeli sincaplar gibi sıçrardık. Sonra büyüdük ama hala keyiflendiğimizde bir zamanlar genç olduğumuzu onun hiç kimselerinkine benzemeyen dizeleriyle hatırlatıyoruz: Sana hiç bir şey dokunmaz biliyorum/arkanı döner hemen uyursun/sırtında çift bıçaklı bir sevinç/belki balrengisin kusursuzsun/onun için diyorum/karıştırma artık daha fazla bu otları…Gençken sarı bir gömlek sevgilim/bir fular ağızda pisiotu/boş arazilerde hızla kullanılan araba/gençken bira gözlerle situasyonist okuma/ve ağız dolusu kusma kusma kusma/kumsallarda slow ve bee gees/ve bok gibi genciz genciz genciz…!